Efsanelere Göre İstanbul’un Kuruluşu
Yeryüzünde, bu kadar çok ada ve sana sahip kent çok ender bulunur. Her ulus, İstanbul’u başka bir adla andı. Ayrıca, fetihten önceki adları başkaydı, fetihten sonrakiler başka… Tarih sahnesine, Byzas, Buzis, Byse, Bysantegibi adlarla çıktı. Roma dönemine kadar da en çok Byzantion olarak anıldı. Romalılar Antoneia, Anthusa, Deutera Rome dediler. Sonra, uzun bir dönem boyunca Konstantinopolis olarak kaldı. Kuzeylilerin verdikleri adların bir kısmı kentin gücünü vurguluyordu: Tsarigrad (Slav kaynaklarında imparator kenti) ve Miklegard (Vikinglerde İmparator Mikhael’in kenti) gibi. Ruslar Tekfuriye ve Zavegorod, Macarlar Vizenduvar, Polonyalılar Kanatorya, Çekler Aylana, İsveçliler Herakliyan, Hollandalılar İstefanya, Franklar Agrandone, Portekizliler Kostiye, Araplar Konstantiniyye-i Kübra, Acemler Kayser-i Zemin, Hintliler Taht-ı Rum, Moğollar Çakduryan demişlerdi bir zamanlar Osmanlı’nın “Asitane”sine. Öte yandan, İstanbul’a yakıştırılan sanlar da en az kendisi kadar görkemliydi: Asitane-i Saadet (Sultan Sarayı), Dâr-ül Hilâfe (Halife’nin evi), Dârü’s Saltana (Saltanatın evi), Dergâh-ı Selâtin (Sultanlar kapısı)… Ve sonunda bizim kentimiz, İstanbul. Bilinen tarihi 2600 yıldan daha eskilere uzanan bu yaşlı, ama muhteşem kent, zamanın akışı içinde büyük uygarlıkların yıkılışlarım da gördü, yenilerinin nasıl kurulduklarına da… İmparatorlukların bu herkesi kıskandıran görkemli başkentinin köşe bucağı, birbiriyle ilgisi olmayan kültürlerin mirasıyla süslendi. Ve sonuçta, tüm üslup ve kültürler iç içe geçerek, birbirini özümseyerek, İstanbul’un anıtsal tarihini oluşturdu.
Körler ülkesinin karşısına kurulan kent İstanbul Kentin kuruluşu üzerine rivayet muhtelif. En ünlüsü ve bilineni Megaralı göçmenlerinin yolculuğu. Bir de Evliya Çelebi’nin anlattığı var ki, tadına doyum olmuyor…
Efsaneye göre, Koressa’nın oğlu, Yunanistan’ın Megara kentinden genç Byzas, yandaşlarıyla birlikte, bölgedeki baskılardan kurtulmak, yeni bir kent kurmak ve özgürlüğünü ilan etmek için yola çıktı. Her şey iyiydi de, kent nerede kurulacaktı? O çağda, bilinmeyenleri bilinir kılan birisine, Delfoi kentindeki kâhine danıştı genç adam. Delfoi kâhini gideceği yeri tarif etti;
“Kentini kuracağın yer, körler ülkesinin tam karşısında olacak.” Byzas yola çıktı, aradı taradı, körler ülkesi diye bir yer yoktu. Sonunda, mola verdikleri bir deniz kıyısında, karşı sahile baktı ve bağırdı: “Bu insanlar kör mü, burası varken orada oturulur mu?”.
Delfoi kâhinini hatırladı genç adam; “Körler ülkesinin karşısında kuracaksın kentini.” Körler ülkesi, günümüzün Kadıköy’üdür! İstanbul’dan çok yıllar önce kurulmuştur “Khalkedonia”, yani Kadıköy. Byzas; ordusuyla gelip soluklanmak için durduğu şimdiki Sarayburnu’nda, manzaranın muhteşem görüntüsünden adeta büyülenmişti. Khalkedonia’nın neden “Körler Ülkesi” tanımlamasını hak ettiğini anlamıştı artık. Çünkü, böyle cennet benzeri bir yer dururken, tam karşıda ve korumasız bir yerde kent kuranlar, ancak kör olabilirlerdi! Ol hikâye böyle. Temelleri Sarayburnu sırtlarında atılan kente, kurucusunun adı olan Byzas’tan dolayı, “Byzas’ın kenti” anlamında “Byzantion” dendi…
Rüyasında gördüğü Hazreti Peygamber’e “Şefaat ya Resulallah” diyeceğine, heyecanla “Seyahat ya Resulallah” dediğini anlatarak, yaşadığı zamana o güzel anlatımıyla tarih düşen Evliya Çelebi’nin, İstanbul üzerine bir rivayet anlatmaması düşünülebilir mi hiç? Ünlü “Seyahatname”sinin ilk cildinde şöyle anlatır gezgin Evliya Çelebi; “Hazreti Süleyman, Peygamber Efendimizin doğumundan 1600 yıl önce Kaftan Kafa bütün ins-ü cine, vahşi hayvanlara ve kuşlara hükmettiği, yeryüzünün her dilden anlayan tek sultanı olduğu halde; okyanus denizinde Ferenduz denilen adada padişahlık eden Saydun’a bir türlü söz geçirememiş. Bu gururlu adam, Hz. Süleyman’ın önünde baş eğmek istemezmiş. Bu hale canı sıkılan Hz. Süleyman, bir gün sayısız askeri ve her cinsten hayvanlarla Saydun’un üzerine yürüdü, memleketini harap ve ahalisini esir ettikten sonra onu huzuruna getirtti, ateş saçan kılıcı ile öldürüp adsız, nişansız bıraktı.
Evliya Çelebi’nin hikâyesi uzar da uzar. Özetlersek; Hz. Süleyman Saba Melikesi Belkıs’ın ölümüyle dul kalınca, Saydun’un dünyalar güzeli kızı Alina ile evlenir. Alina’mn çok özel bir saray istemesi üzerine, adamlarını dünyanın dört bir yanına gönderip, saray yapılacak eşsiz güzellikte bir yer bulmalarını emreder. Adamları İstanbul’u söylerler. Hz. Süleyman, Sarayburnu’nda geçirdiği bir gecenin sabahında kendini dinç ve gençleşmiş hissedince, buraya büyük bir saray yaptırır, sonra da kıyamete kadar mamur kalsın diye İstanbul için hayır dua eder.
Anlıyor musunuz tüm bozulmalara, yangınlara, depremlere karşın İstanbul’un nasıl dimdik ayakta kalmasının hikmetini?
“Bu şehr-i Sitambul ki, bî misl-ü behâdır, Bir sengine, yekpare Acem mülkü fedadır” - Şair Nedim
0 yorum:
Yorum Gönder